Bu bir doğumgünü yazısıdır. Bir doğum günü yazısında insan nelerden bahsetmeli bilmiyorum açıkçası zira ilk defa yazıyorum böyle bir yazı. Aklıma ilk gelen kaç yaşıma girdiğim elbette ama ben artık saymayı bıraktım. Evet yaşlandım dostlarım, sizlerle beraber, hep birlikte bir yıl daha yaşlandık. Bir nesli daha tarihe gömüp sıraya girdik belki de. Hayır hayır bu yazı depresif olmamalı. Ne diyorduk. Bir yılı daha arşivimize ekleyip güle güle dedik kendisine. Bize ne kattı ne götürdü muhasebesi yapmaya kalkarsak illaki bir hesap çıkacaktır ortaya. Kendi adıma çok özel bir yıl yaşadığımı söylemeliyim. Uzun zamandır hayalini kurduğum yabancı coğrafyalarda yaşamak, yeni yeni insanlar tanıyıp, farklı kültürlere bulanmak isteğimi yerine getirdim. Haneme eklediğim bir büyük artıdır o yüzden geçen senem.
İskandinav diyarlarında geçen bir sene ve bu sene içinde vakit buldukça Avrupa kıtasının çeşitli noktalarına yapılan seyahatler… Özetle anlatmak gerekirse kuracağım cümle bu olurdu ancak ben birazcık uzatmak istiyorum. 2011 yılının şubat ayında taşındım Norveç’in başkenti Oslo şehrine. Karlı bir şubat günüydü ve hava gayet soğuktu. Güzel ve minik dairemde sadece tek bir radyatör vardı ve ben ilk gece bildiğiniz donmuştum ancak yavaş yavaş da olsa alışmıştım kara, soğuğa ve ışıksızlığa. Sonrasında Dalen denilen küçük sevimli Norveç köyüne taşınmam. Norveç’i hardcore yaşamak isteyenlere tavsiye edeceğim bir destinasyondur Dalen kesinlikle. Avcılıktan balıkçılığa, kara kıştan ışıksız geçen günlere, ardı ardına devrilen kitaplar ve hep sırasını bekleyen filmlerin hepsinin izlenmesi. Entellektüel sermayeme yaptığım en büyük yatırımdır Dalen günlerim :)
Stockholme, Barcelonaya, Viyanaya, Nürnberge, Kopenhaga, Göteborga, Praga, Bratislavaya düştüğünde yolum hissettiğim özgürlük ve kendini gerçekleştirme halleri…
Bir yıl daha katmış olsam da yaş haneme metabolizmam yavaşlasa da bir nebze, hayallerim hala çok hızlılar zihnimde. Fiziksel olarak büyüsem de hala çocuğum ben aslında zira bazen sonunda ne olacağını bile bile yaşadığım sekanslar, sırf anı olsun diye saçmaladığım episodlar oldu hayatımda ve fonda hep bir muzip müzik vardı. Bazen Sezen değer mi hiç derdi, bazen de Ajda kimler geldi kimler geçti. Doğru zaman ve doğru mekan uyumu varsa şarkıların insanlar üzerinde bıraktığı etkilere inanmışımdır hep. Öyle ki bir sonraki paragrafta geçen olayın başrolünde her ne kadar ben varsam da yardımcı oyuncu kesinlikle bir şarkı.
Geçen yaz Berlinde Kaufmann mağazasına sırf yağmur ve rüzgardan kaçmak için giriyorum. Amacım sadece yaz ortasında Avrupa’da kışı yaşamanın verdiği şaşkınlıkla biraz ısınmak. İçeri girer girmez uzun bir koridorla karşılaşıyorum, ipodumda Beyonce ‘un Halo’su (normalde hiç dinlemem) çalmaya başlıyor. O anda kendimi podyuma çıkmış manken gibi hissediyorum. Çok garip bir his kaplıyor içimi sanki 20-30 cm daha uzunum. Gözlerimi koridorun sonuna doğru dikiyorum, ileriye doğru emin adımlarla yürüyorum. Aklımdan geçenler çok saçma. Çok zengin bir adamım zihnimde ve mağazaya girdiğimde bir hareketlenme oluyor, etrafımdaki insanlar yolumu açıyorlar, biraz çekinerek biraz ilgi ve merakla bana bakıyorlar, hayranlık ve saygı duyuyorlar, bense hafif bir gülümseme dudaklarımda, emin adımlarla yürüyorum. Sonra birden uyanıyorum bir koridorluk rüyamdan. Ipodumda hala Beyonca Halo çalıyor ve aynen şöyle diyor:
“Gravity can't forget
To pull me back to the ground again”
Ama asıl komik olan şey ise tezgahkar hatunların ve bir kaç müşterinin gerçekten de aynı anda bana bakmalarıydı. Yüzümü gözümü yokladım, üstüme başıma baktım, falso bir şey yoktu ortada. Demek ki hissetmekle başlıyor herşey dedim içimden, yaydığım enerjiydi belki de bütün bakışları benim üstümde toplayan…
Bu sıralar İstanbul’da bir ev almaya çalışıyorum ama biliçaltım yerleşme fikrine o kadar uzak ki hiç bir evi beğenemediğim gibi tek tük beğendiğim evlere bile bir kulp buluyorum illaki. Öte yandan yapılan bütün seyahatlerin aslında birer yörünge olduğunun da farkındayım çünkü insan ne kadar gitse de yine de döneceği bir evi olduğunu bildiğinde kendini daha huzurlu hissediyor. “Babam ve Oğlum” filminin beni çok etkileyen sahnelerinden birinde şöyle bir replik dökülüyordu ana karakterin dilinden “ Ona bir oda ver baba bir evi olsun dönebileceği bir evi olsun” O yüzden gitmek aslında dönebilmenin huzuruyla yapıldığında çok daha keyfli ve eğlenceli bir şey.
Peki ya geçen seneler?
Aslına bakarsanız kırık dökük geçen yıllarım. Hep bir savaş hali, kayıp-kazanç hesapları, bonus toplama çabaları, artı-eksi dengesizlikleri, kaçtığım sahneler, meydan okuduğum tiratlar, bazen ezbere yaşadığım, bazen ezber bozduğum, Teoman’dan arakla tam anlamıyla paramparça. Özellikle liseden sonrasını pek hatırlamıyorum açıkçası. O kadar hızlandı ki hayatım lise sonrası artık kendime bile yetişemez oldum tabiri caizse. 2002 yazının başında finalleri bitirir bitirmez Newyork’a uçtuğumu, elimde -acemice seyahat etmenin bedeli- üç bavulla Columbia Üniversitesinin yurt odalarından birine yerleşmemi hatırlıyorum. Odaya girer girmez ne kadar yorulduğumu hissetmiştim, pencereden dışarıya bakıp yatağa oturmuş ve derin bir nefes almıştım. Ne işim var benim burda dedim durup dururken kendime. O zaman cevabını bilmediğim bu soru hayatımın diğer zamanlarında kendi kendine cevaplanmıştır. Ama sanırım kendimin dahi engel olamadığı bu “gitmek, görmek, keşfetmek arzusu” beni o zamanlarda kuşatmıştı ve hala daha etkisindeyim ziyadesiyle.
Daha nice nice senelere…
İyi ki doğmuşum :)