09 Eylül 2012

DOĞUM GÜNÜ YAZISI

Bu bir doğumgünü yazısıdır. Bir doğum günü yazısında insan nelerden bahsetmeli bilmiyorum açıkçası zira ilk defa yazıyorum böyle bir yazı. Aklıma ilk gelen kaç yaşıma girdiğim elbette ama ben artık saymayı bıraktım. Evet yaşlandım dostlarım, sizlerle beraber, hep birlikte bir yıl daha yaşlandık. Bir nesli daha tarihe gömüp sıraya girdik belki de. Hayır hayır bu yazı depresif olmamalı. Ne diyorduk. Bir yılı daha arşivimize ekleyip güle güle dedik kendisine. Bize ne kattı ne götürdü muhasebesi yapmaya kalkarsak illaki bir hesap çıkacaktır ortaya. Kendi adıma çok özel bir yıl yaşadığımı söylemeliyim. Uzun zamandır hayalini kurduğum yabancı coğrafyalarda yaşamak, yeni yeni insanlar tanıyıp, farklı kültürlere bulanmak isteğimi yerine getirdim. Haneme eklediğim bir büyük artıdır o yüzden geçen senem.

İskandinav diyarlarında geçen bir sene ve bu sene içinde vakit buldukça Avrupa kıtasının çeşitli noktalarına yapılan seyahatler… Özetle anlatmak gerekirse kuracağım cümle bu olurdu ancak ben birazcık uzatmak istiyorum. 2011 yılının şubat ayında taşındım Norveç’in başkenti Oslo şehrine. Karlı bir şubat günüydü ve hava gayet soğuktu. Güzel ve minik dairemde sadece tek bir radyatör vardı ve ben ilk gece bildiğiniz donmuştum ancak yavaş yavaş da olsa alışmıştım kara, soğuğa ve ışıksızlığa. Sonrasında Dalen denilen küçük sevimli Norveç köyüne taşınmam. Norveç’i hardcore yaşamak isteyenlere tavsiye edeceğim bir destinasyondur Dalen kesinlikle. Avcılıktan balıkçılığa, kara kıştan ışıksız geçen günlere, ardı ardına devrilen kitaplar ve hep sırasını bekleyen filmlerin hepsinin izlenmesi. Entellektüel sermayeme yaptığım en büyük yatırımdır Dalen günlerim :)

Stockholme, Barcelonaya, Viyanaya, Nürnberge, Kopenhaga, Göteborga, Praga, Bratislavaya düştüğünde yolum hissettiğim özgürlük ve kendini gerçekleştirme halleri…

Candles

Bir yıl daha katmış olsam da yaş haneme metabolizmam yavaşlasa da bir nebze, hayallerim hala çok hızlılar zihnimde. Fiziksel olarak büyüsem de hala çocuğum ben aslında zira bazen sonunda ne olacağını bile bile yaşadığım sekanslar, sırf anı olsun diye saçmaladığım episodlar oldu hayatımda ve fonda hep bir muzip müzik vardı. Bazen Sezen değer mi hiç derdi, bazen de Ajda kimler geldi kimler geçti. Doğru zaman ve doğru mekan uyumu varsa şarkıların insanlar üzerinde bıraktığı etkilere inanmışımdır hep. Öyle ki bir sonraki paragrafta geçen olayın başrolünde her ne kadar ben varsam da yardımcı oyuncu kesinlikle bir şarkı.

Geçen yaz Berlinde Kaufmann mağazasına sırf yağmur ve rüzgardan kaçmak için giriyorum. Amacım sadece yaz ortasında Avrupa’da kışı yaşamanın verdiği şaşkınlıkla biraz ısınmak. İçeri girer girmez uzun bir koridorla karşılaşıyorum, ipodumda Beyonce ‘un Halo’su (normalde hiç dinlemem) çalmaya başlıyor. O anda kendimi podyuma çıkmış manken gibi hissediyorum. Çok garip bir his kaplıyor içimi sanki 20-30 cm daha uzunum. Gözlerimi koridorun sonuna doğru dikiyorum, ileriye doğru emin adımlarla yürüyorum. Aklımdan geçenler çok saçma. Çok zengin bir adamım zihnimde ve mağazaya girdiğimde bir hareketlenme oluyor, etrafımdaki insanlar yolumu açıyorlar, biraz çekinerek biraz ilgi ve merakla bana bakıyorlar, hayranlık ve saygı duyuyorlar, bense hafif bir gülümseme dudaklarımda, emin adımlarla yürüyorum. Sonra birden uyanıyorum bir koridorluk rüyamdan. Ipodumda hala Beyonca Halo çalıyor ve aynen şöyle diyor:

“Gravity can't forget
To pull me back to the ground again”

DSC02430 DSC02431 DSC02432 DSC02433

Ama asıl komik olan şey ise tezgahkar hatunların ve bir kaç müşterinin gerçekten de aynı anda bana bakmalarıydı. Yüzümü gözümü yokladım, üstüme başıma baktım, falso bir şey yoktu ortada. Demek ki hissetmekle başlıyor herşey dedim içimden, yaydığım enerjiydi belki de bütün bakışları benim üstümde toplayan…

Bu sıralar İstanbul’da bir ev almaya çalışıyorum ama biliçaltım yerleşme fikrine o kadar uzak ki hiç bir evi beğenemediğim gibi tek tük beğendiğim evlere bile bir kulp buluyorum illaki. Öte yandan yapılan bütün seyahatlerin aslında birer yörünge olduğunun da farkındayım çünkü insan ne kadar gitse de yine de döneceği bir evi olduğunu bildiğinde kendini daha huzurlu hissediyor. “Babam ve Oğlum” filminin beni çok etkileyen sahnelerinden birinde şöyle bir replik dökülüyordu ana karakterin dilinden “ Ona bir oda ver baba bir evi olsun dönebileceği bir evi olsun”  O yüzden gitmek aslında dönebilmenin huzuruyla yapıldığında çok daha keyfli ve eğlenceli bir şey.

Peki ya geçen seneler?

Aslına bakarsanız kırık dökük geçen yıllarım. Hep bir savaş hali, kayıp-kazanç hesapları, bonus toplama çabaları, artı-eksi dengesizlikleri, kaçtığım sahneler, meydan okuduğum tiratlar, bazen ezbere yaşadığım, bazen ezber bozduğum, Teoman’dan arakla tam anlamıyla paramparça. Özellikle liseden sonrasını pek hatırlamıyorum açıkçası. O kadar hızlandı ki hayatım lise sonrası artık kendime bile yetişemez oldum tabiri caizse. 2002 yazının başında finalleri bitirir bitirmez  Newyork’a uçtuğumu, elimde -acemice seyahat etmenin bedeli- üç bavulla Columbia Üniversitesinin yurt odalarından birine yerleşmemi hatırlıyorum. Odaya girer girmez ne kadar yorulduğumu hissetmiştim, pencereden dışarıya bakıp yatağa oturmuş ve derin bir nefes almıştım. Ne işim var benim burda dedim durup dururken kendime. O zaman cevabını bilmediğim bu soru hayatımın diğer zamanlarında kendi kendine cevaplanmıştır. Ama sanırım kendimin dahi engel olamadığı bu “gitmek, görmek, keşfetmek arzusu” beni o zamanlarda kuşatmıştı ve hala daha etkisindeyim ziyadesiyle.

Daha nice nice senelere…

İyi ki doğmuşum :)

10 Şubat 2012

KULÜBE HOŞGELDİNİZ!

ÇOK ARADIM SONUNDA BULDUM! devam yazısıdır...

Kalem ve defterlerin profesyonel hayatta enteresan rolleri vardır. Statü gösterirler aynı zamanda. "Title"dan bahsetmiyorum yani müdür, işçi, eleman, çaycı ya da börekçi olması önemli değil kişinin, sadece işine gösterdiği ihtimam, özen ve saygı açısından benim için ayrı bir statü göstergesi olduğunu söylüyorum. Mesela toplantılarda aynı türden defter ve kalem kullananlar hemen radarıma girerler zira aynı kulübün üyesi olduğumuz hissine kapılırım. Bir şekilde angaje olduğum bu kişileri kullandıkları kalem ve defterlerden hatırlamaya başlarım. Bunun marka algısından öte bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorum zira bu defterler ve kalemler birer fetiş unsuru...

Yazıyla çiziyle içli dışlı olan herkesin illaki kıyısından köşesinden bulaştığı bu fetişin ritüeli iş toplantılarıdır. Kaleminiz kağıdın üstünde kaydıkça siz de özel bir haz denizinde yüzersiniz. Her harf özel bir anlam kazanır, virgülün noktanın oluşu,duruşu değişir, bir sanat eseri yaratıyormuşcasına bir sanatçı edasıyla şahlanır haz içinizde. Sizinle beraber aynı tarz defterleri kullanan varsa hele ki o toplantıda durum artık ayin boyutuna geçer. Beraber kıvrılan kalem defterler üzerinde, senkronla vurulan noktalar, özenle kıvrılan virgüller...


Belki son iki blogumu okuduktan sonra defterlerin ve kalemlerin basit bir kırtasiye ürünleri olduğu algısından kurtulacak bir kaç kişi olacaktır. Onlara şimdiden kulübe hoşgeldiniz diyorum.


                                                              -SON-

25 Kasım 2011

ÇOK ARADIM, SONUNDA BULDUM!

Trenler bakıma alındığından bu yana uçmadığımı anlıyorum, çünkü ilk defa Oslo Gardermoen havaalananına otobüsle gidiyorum. Otobüsle ulaşım Türkiye topraklarında sıklıkla yaptığım bir eylem ama Norveç'te çok tercih ve haliyle çok tecrübe etmediğim bir ulaşım şekli. Teknik olarak çok farklı değil tabii ki ancak iş müşteri hizmetlerine gelince değişiyor. Elinizdeki bavulların sayısına göre tecrübeniz farklılaşabilir zira otobüsün devasa bagaj kapaklarını açıp hepsini tek tek kendiniz yerleştirmeniz icap ediyor bulabildiğiniz boşluklara, kimseden yardım beklemeyin, öyle bir kimse yok çünkü. Yanınıza almak istediğiniz şeyleri de önceden hazır etmekte fayda var, yoksa benim gibi o nerdeydi bu nerdeydi diye çanta diplerini karıştırmak suretiyle baya vakit kaybedebilir ve otobüsü kaçırma stresine girebilirsiniz. Otobüs şöförünün dikiz aynasındaki ifadesiz bakışlarının altında aradığımı en sonunda bulup kendimi otobüse atıyorum elimde siyah karton kapaklı, boyuna lastikli bir defterle. Henüz bir çizik bile atılmamış gayet bakire bir defter bu. Amacım artık zamanıdır deyip bu defterle aşna fişne olmak. Bu defteri ne zaman aldığımı tam hatırlamıyorum ama neresinden baksanız altı aydan fazla olmuştur. Ne zaman aldığımı tam kestiremesem de nasıl aldığımı çok iyi hatırlıyorum.
                            



Ofiste toplantı odalarının birinde tele konferans yaparken gözüm masanın üzerinde unutulmuş siyah,kalın kapaklı ve yandan lastikli deftere takıldı. Hemen elime alıp kapağına, kağıdına parmak ucumla ufak ufak dokundum. 
Acayip kaliteliydi.Kime ait olduğunu bulamasam da defterin adını öğrendim. O bir " Moleskine " idi.
Yeni iş, yeni heyecan ve en önemlisi yeni defter demek benim için. Ağustos 2010’da başladığım yeni işimi benim için yeni (profesyonel) başlangıç anlamına gelen yeni bir defterle taçlandırmam gerekiyordu. İlk zamanlar spiralli kareli defterler kullanmaya başladım. Yandan spiralli, üstten spiralli, üstünde saçma yazılar olan plastik kapaklı çirkin defterlerdi bunlar. İçime hiç sinmediler. Kalemim tıkanıp kalıyordu sanki bir şeyler karalarken, yazım eğri büğrüydü isteksizliğimi ayan beyan belli ederken. Kendime uygun en iyi defteri kah ofisin kırtasiyesinde kah bilumum kırtasiye dükkanlarında seçmeye çalışırken onunla karşılaştım hiç beklemediğim ve artık umutlarımın tükendiği bir anda. Ofiste toplantı odalarının birinde tele konferans yaparken gözüm masanın üzerinde unutulmuş siyah, kalın kapaklı ve yandan lastikli deftere takıldı. Hemen elime alıp kapağına, kağıdına parmak ucumla ufak ufak dokundum. Acayip kaliteliydi. İsim aradım üstünde, sahibine götürüp vermek ve öğrenmek için bu defterle ilgili herşeyi. Kime ait olduğunu bulamasam da defterin adını öğrendim. O bir Moleskine idi.
En yakın kırtasiyeye gidip hemen bir tane satın aldım. Bayram çocukları gibi keyfli ve neşeliydim, Moleskine'nin varlığını keşfetmek senelerimi alsa da kendisiyle müşerref olduğum için gayet mutlu ve huzurluydum.






Kırtasiye diye tabir ettiğimiz bütün o kalemler, defterler, silgiler, dosyalar her zaman için çok özel nesneler olmuşlardır hayatımda. Güzel yazı yazmak için güzel bir kaleme, aynı zamanda kaliteli kağıttan yapılmış bir deftere ihtiyaç olduğunu düşünürüm. İlkokul sonrasında edindiğim bu fetişin ilk zamanları Karadeniz’in her yanına şimdilerde büyük şehirlerde alışveriş merkezi olarak zuhur eden şeyin aynısı “Rus Pazarı” 
İlkokul sonrasında edindiğim bu fetişin ilk zamanları Karadeniz’in her yanına şimdilerde büyük şehirlerde alışveriş merkezi olarak zuhur eden şeyin aynısı “Rus Pazarı” olarak hayatımıza girdiği döneme rast gelir.
olarak hayatımıza girdiği döneme rast gelir. Satılan herşeyin kalitesizlik örneği olarak gösterilebileceği enteresan pazarlardı Rus pazarları. İşte o zamanlarda ekonomi yapmak isteyen ebeveynlerim tarafımdan bu pazarlardan alınıp elime tutuşturulmuş defterleri hatırlıyorum.

Sınıfın yarısından fazlasının sahip olduğu ve benim şanıma kesinlikle yakıştıramadığım bu defterlerin iğrenç kokulu plastik siyah, kırmızı, yeşil renkli kapakları vardı. Dışardan nesi varmış denilebilecek kadar masum duran bu adi defterlerin en kötü özelliği yazı yazmaya engel teşkil etmeleriydi. Aslında yazı yazarken anlamıyordunuz neyle muhatap olduğunuzu, kendisinin bütün foyası bir silgi ile karşılaşınca ortaya çıkıyordu. Silginin ilk darbesiyle afallayan kağıt aşınmak suretiyle başlıyordu ilk icraatine, kurşun kalemin sayfaya iğrençce dağılmasıyla görevini bitiriyordu. Sonuçta öbek öbek gri-siyah bulanık lekeler defterinizde kendisine saçma bir yer buluyor, kalitesizlik kendisini arsız arsız sergiliyordu. Evet işte tam da o zamanlarda anlamıştım kendimin ne derece kalem kağıt manyağı olduğumu.
                                                                    
                                                                     DEVAM EDECEK










Bu blogun bir kısmı Flybussen SAS otobüsünde İstanbul uçuşuna giderken yazılmış ve Norveç radyosu dinlenmiştir, diğer kısmı ise THY Oslo-İstanbul uçusu sırasında yazılmış, ilk defa business uçulmuştur.

Popular Posts